Son

Bir süredir (yaklaşık 2 yıl) bir blogumun olduğunu bile unutmuşum. Bugün tesadüfen hatırladım.

Blogumu çok büyük beklentilerle açmıştım ama artık blogu sonsuza uğurlamanın vakti gelmiş 🙂

 

Dan Brown-Cehennem (Inferno)

Kitaptan başlarda çok hoşlanmasam da her Dan Brown kitabı gibi beni kendisine bağlamayı becerebildi Inferno.

image

Brown un diğer kitaplarını okumuş olanlar Robert Langdon u tanırlar. Tanımayanlar için Langdon Harvard Üniversitesi Simgebilim Profesörü, ve tehlikeli görevlerin vazgeçilmez kahramanıdır. Nerede bir gizemli olay varsa bir nevi Langdon u orada göreceğiz anlamına geliyor. Romanın başları fantastik roman gibiydi. Bu Langdon un bir kaza geçirmesinden ve ne olduğunu hatırlamamasından kaynaklanıyor. Yavaş yavaş hatırlamasıyla birlikte de kendini bir gizemin ortasında bulacaktır. Dante nin Cehennem adlı tablosu Langdon un bu gizemi çözmesinde en büyük etkeni oluşturacaktır.

Dan Brown un en sevdiğim yanı yazdığı muhteşem betimlemeler ve romanda izlediği ipuçlarının takibiyle olayların aydınlığa kavuşturabilmesi. Okurken gerçekten de genel kültür açısından bir şeyler öğrenebiliyorsunuz. Mesela en basitinden Louvre Müzesi nin Fransa da olduğunu ve Mona Lisa tablosunun orada sergilendiğini Dan Brown un romanından öğrenmiştim. Mesela bu romanda da Veba maskesi diye bir şey olduğunu ve eskiden veba ile savaşırken doktorların bu maskeyi kullandıklarını öğrendim. Eğer böyle küçük bilgiler edinmekten hoşlanıyorsanız, Dan Brown un bütün romanlarını tavsiye edebilirim. Diğer romanlarını da gelecek haftalarda yazmayı düşünüyorum.

Sevgiyle kalın..

 

 

Kürk Mantolu Madonna

Merhaba,

Kürk mantolu Madonna Sabahattin Ali’nin en iyi romanı desem yalan olmaz herhalde.

indir.jpg

Melankolik, sessiz sakin bir adam olan Raif hayattan bezmiş bir halde yaşamaktadır. Bu adamın her türlü haksızlığa sesini çıkarmaması romanın başlarında size Raif’in kişilik yapısı öyle demek ki dedirtebilir. Ama daha sonra eskiden yaşadığı şeyleri okuduğunuzda gerçekten onu bu halde getiren olaylar zincirini adım adım göreceksiniz. İlk görüşte aşık olacağı bir kadının resmi ve o kadınla tanışması gerçekten de başına gelebileceği en güzel şey olur.  Bu kadın Maria’dır. Maria başlarda Raif ile dalga geçmektedir çünkü gerçek aşka inanmamaktadır. Ama daha sonra Raif’in rüzgarına kendisi de kapılacaktır.

Kitaptaki sevdiğim bölümlere gelirsek Raif’in Maria ile yaşadıklarını defterine yazmış olduğu o derin sözlerdi. Bir tanesi şöyle:

”Bir şey noksandı, fakat bu neydi? Evden çıktıktan sonra bir şey unuttuğunu fark ederek duraklayan, fakat unuttuğunun ne olduğunu bir türlü bulamayarak hafızasını ve ceplerini araştıran, nihayet, ümidini kesince, aklı geride, ileri gitmek istemeyen adımlarla yoluna devam eden bir insan gibi üzüntülüydüm.”

Okuduğum romanlardan sonra hep düşünürüm. Bir insanda eğer bir kişilik problemi varsa (asosyallik, melankolik,sosyopat vs)gerçekten de o insanın yaşadığı üzüntü, aile baskısı vs den dolayı olduğunu  kabullenmeliyiz ve o türden insanlara cidden acımasız olmamalıyız. Çünkü eğer acımasız olursak ona eziyet edenlerden hiçbir farkımız kalmaz.

Bu romanın bana öğrettiği şey, her zaman empati iyidir bazılarımız hâlâ yapmamakta ısrar etse bile.

Altta küçük bir anket yine 🙂

 

Ajan-Tiyatro Oyunu

Bugün sizlerle Ajan adlı antik tiyatro oyununun izleyici yorumuyla merhaba diyorum. Bu oyunu Mart ayında Ertan gösteri merkezinde izlemiştim. Özel tiyatro olduğu için genelde komedi türü tercih ediyorlar. Devlet tiyatrolarının oyunları da güzel ama ben bu özel tiyatro oyununu daha çok sempatik buldum. Yeni oyunculara da kariyerlerinde ilerlemelerinde fırsat tanımış oluyoruz böylelikle diye düşünüyorum.

ajan.jpg

Oyunun konusunda ise bir suç örgütünü yakalamak isteyen ajan rolündeki bir kadının çeteye, çete liderinin sevgilisi olarak sızmasıyla başlıyor önce.  Bir muhasebeci de olaya istemeyerek dahil oluyor ve aynı zamanda muhasebecinin bütün çevresi de. Ajan rolündeki kadın tam bir polis havasındaydı, belki biraz rolünü bozar oyunun sonuna doğru dedim ama hiç taviz vermedi 🙂

Oyunun en sonunda ağlamaktan alkışlayamadım 🙂 Çok sulugözlü de değilimdir ama nedense bi hüzünlendim. Kısaca hem ağlatıyor hem güldürüyor çok güzel bir oyundu. Yeni tiyatro döneminde  tekrar perdelenir ise izlemenizi tavsiye ederim 🙂

 

Arayış Tutkusu-Nur Elmas

Herkese merhaba, bu hafta bir psikolog olan Nur Elmas’ın yazdığı Arayış Tutkusu romanı ile yazıma başlıyorum.

arayis-tutkusu-292002.jpg

Bu kitabı teyzem hediye etmişti. Kitapta Sevgi adlı bir avukat ile tanışıyoruz önce. Mesleğine tutku ile bağlı olan bu kadının hastalığı, hayatında hem daha önce yaptıklarını hem de ileride yapmak istediklerini anlatıyor. Aynı zamanda bir müteahhit in herkesi dolandırdığından bahsediyor. İkisinin karşılaşması bir gazete haberi ile oluyor.

Kitapta çok çok fazla detay var. Detay olarak mesela örnek vermek gerekecek olursam: Sabah kalktım, yemek yedim, çocuğumu öptüm, banyo yaptım, dışarı çıktım, doktora taksiyle gittim kan ve MR sonuçlarım çıkmamıştı gibi… Yani bu kadar detayı atınca bence kitap 100 sayfaya bile düşebilir diye düşünüyorum. Yazar çokça betimleme yapmış ama zorlasam da gözümde canlanmadı maalesef. Kitabın arkasını okuduğunuz zaman kişilik çözümlemeleriyle yapılandırılmış bir roman olduğundan bahsediyor ama o kadar çok detay var ki o çözümlemeler gözüme çarpmadı bile. Belki bütün psikoloji romanları bu şekilde yazılıyordur bilemiyorum.

Kitap 318 sayfa ama ben 198 de bıraktım. Belki devam ederim ama sanmıyorum. Fikirlerinizi yorum kısmında belirtebilirsiniz.

 

Aşk-Elif Şafak

Herkese merhaba, bu hafta ilâhi aşkı anlatan bir roman olan Aşk ile yazıma başlıyorum.

Bu kitabı okumamış olanınız yoktur sanırım çünkü Türkiye genelinde baya bir satıldı. Ben kitabı almadım her zamanki gibi kütüphanemiz sağolsun 🙂

ask.jpg

Kitabın kapağı güzel bir pembe rengi, en çok bunu sevdim. Ben kitabı elime ilk aldığımda tipik bir aşk romanı herhalde dedim. Ama tabi okudukça öyle olmadığını anladım.

Roman Ella adlı bir kitap editörünün Zahara adlı bir yazarın kitabının editörlüğünü almasıyla başlıyor önce. Ella’nın eşiyle problemleri vardır ama bunu hep görmezden gelir ailesi için. Mutlu olduğunu sansa da aslında mutlu değildir.  Zahara’nın kitabını okumasıyla hayatında hiç de ummadığı değişikliklere şahit olur. Elif Şafak’a kitabının ismini veren aslında Zahara’nın kitabında anlattığı Mevlana’nın Şems’e olan arkadaşlığı ve sonsuz bağlılığıdır. Şems’in ilahi aşka kavuşmak için 40 tane kuralı vardır. Mevlana ilâhi aşkın ne demek olduğunu bu kurallar sayesinde Şems’ten öğrenecektir. Şems’e bazı doğa üstü güçler yüklemiş yazarımız. Gerçekliği konusunda bir fikrim yok ama kitaba hafif fantastik roman  havası katmış.

Duygu yüklü bir roman. Okumanızı tavsiye ederim. Yazımı okuduğunuz için ayrıca teşekkür ederim 🙂

Özgüven Öğrenilebilir

Herkese merhaba, bugün sizlerle  Peter Lauster  in yazdığı Özgüven Öğrenilebilir adlı kitabıyla karşınızdayım.

ozguven-ogrenilebilir20121207054906.jpg

Kitabı üniversitenin kütüphanesinden almıştım. Çok ince bir kitap hemen bitiyor öncelikle. Benden daha önce alan arkadaş önemli gördüğü yerlerin altını çize çize okumuş sağolsun 🙂

Kitap başlık başlık anlatılmış ve bu başlıklar altında hayattan bazı örnekler verilmiş. Kitap sizden önce sizi özgüvensiz yapan durumları bir kağıda yazmanızı istiyor. Sonra her bir durum ile nasıl baş edeceğiniz yönünde taktikler veriyor.  Eğer bu durumdan kurtulduysanız bu özgüvensiz durumunuzun tekrarlanmaması yönünde sizi geliştiriyor. Her konuda duygularınıza güvenmeniz gerektiğini anlatıyor çünkü eğer kurallar ve teorilere güvenirseniz enerjinizin bir gün bitebileceğini ve yüzeysellikten kurtulamayacağınızı belirtiyor.

Kitabın verdiği ödevleri yaparsanız eğer söyleme cesareti gösterememiş olduğunuz bazı şeyleri söyleyebildiğinizi göreceksiniz. Gerçekten de söyledikten sonra kendinizi eskisinden daha iyi hissediyorsunuz, buna garanti verebilirim. Bu kitap aklımı kurcalayan bazı şeylerden kurtulmama bir nevi yardım etti. Ne demişler, içinde kalıp dert olacağına dışına çıksın mert olsun 🙂

Minik Anket

Martı Jonathan Livingston

Herkese merhaba,

Hayatımda beni etkileyen ikinci sıradaki kitap ile yazıma başlıyorum. Kitabı yetişkinlerden çok genç okuyuculara öneriyorum. Çünkü o yaş grubunda (10-17 yaş arası) eğer çevreden gelen bir destek de yoksa ne yapacaklarına  tam anlamıyla karar veremiyorlar. 

Martı Jonathan Livingston, ABD’li yazar Richard Bach tarafından yazılmıştır. Ben bu kitap ile lise 1 de tanıştım bir hocamın tavsiyesiyle. Hem anadolu lisesini kazanamamış olmanın mutsuzluğu hem ailevi sorunlar dolayısıyla o zamanlarda derslerim çok fazla iyi değildi ama ”bazı” hocalarımız bize ellerinden geldiğince her konuda destek olmaya çalışıyordu tabi desteği canı gönülden isteyenlere. Bir hocamız bu kitabı önerdi, hatta kitabı okuduktan sonra hayatınız iyi yönde değişmeye başlayacak tarzında bir konuşma yapmıştı. Tabi ben de hadi canım bir kitap mı hayatımı değiştirecekmiş zaten sınıfta kalıcam diye dalga geçiyordum 🙂

Kitabı aldım, baktım çok ince yani sıkıldım yarıda bırakayım gibi bir derdiniz asla olmuyor, hemen bitiriyorsunuz.

Kitapta bir martının hayatını anlatıyor. Bu martının diğer martı sürüsünden ne derece farklı davrandığıyla başlıyor önce. Her gün kanatlarını geliştirdiğini ama diğer martıların ise sürü halinde kalabalıkla  birlikte kalarak hayatlarını sadece karnını doyurmak için harcadıklarını görüyoruz. Bizim martımız gece uçuşuna bile çıkmaya kadar gidiyor. Kitabın sonuna doğru ise bir kartal kadar kendini geliştirebildiğini görüyoruz. Tabi ki bu betimlemeler sadece kendinizin ne olduğunu, hangi seviyede olduğunuzu ve hangi seviyede kendinizi görmek istediğinizi size dolaylı yoldan anlatmaya çalışıyor. Kitabı okuduktan sonra kendime bir hedef belirledim ve o hedefe gelene kadar beni yolda tutacak olan bir hırs desteği buldum. Herkesin kendine göre bir hırs desteği olabilir. Örneğin, ben coğrafya hocamın derste sen zaten başarısızsın diyerek beni arka sıralara attığı, başarılı öğrencileri övüp de benim gibi başarısızlara gelince her konuda hiç şans vermediği o günleri sürekli aklımda tekrarladım. Bu tabi yarama tuz basar gibi oldu ama hedefinize ulaşmak için böyle motivasyonlara ihtiyacınız olduğunu Martı Jonathan size çok güzel öğretiyor. 

Umarım okurken keyif alırsınız. Alttaki anketime de bir bakarsınız

🙂

Senden Önce Ben-Me Before You

Herkese merhaba,

Bir kaç hafta önce sinemada izlediğim Senden Önce Ben filmi hakkında mümkün olduğunca spoiler vermeden yaptığım izleyici yorumumu bu yazımda okuyabilirsiniz.

o810tqo3fx7OxV69ear-o (1).jpg

Filmin oyuncu kadrosunda Emilia Clarke, Sam Claflin, Jenna Coleman gibi isimler yer alıyor. Emilia Clarke’yi Game of Thrones izleyenler Khaleesi rolüyle hatırlayacaktır. Oradaki rolünden tamamen zıt bir karakterde karşımıza çıkıyor bu filmde. Gerçek hayatta da şen şakrak bir insanmış, şaşırdım doğrusu. Diğer oyuncuları tanımıyordum.

Filme gelecek olursam eğer romantiğe bayılırım diyenler gidebilir ben de romantik film severim ama bana hiç hitap etmedi. Çok duygusal değildi yani oturup ağlamak istiyorum bu filmde diyenler, üzgünüm o duyguyu alamıyorsunuz.  Emilia Clarke yi Game of Thrones da daha bir seviyormuşum, bu rolünde itici geldi biraz. Sam Claflin filmdeki rolü William Traynor zengin bir aileden geliyor ve hayatta yapmadığı hiçbir şey yok. Bir gün trafik kazası geçiriyor ve felçli kalıyor. Hayatı hep aksiyon içinde olan birisiyken yatağa mahkum olması onu depresyona sokuyor. Emilia filmdeki adı Louisa Clark da fakir kız rolünde, ailesini geçindirmek zorunda. Bakıcı olarak William ‘ın evinde işe alınıyor. İlk başta Wiiliam ve Louisa anlaşamasalar da zamanla Louisa’nın konuşkanlığı ve sevecenliği sayesinde arkadaşlıkları da başlamış oluyor. Bu arkadaşlık zamanla aşka dönüşüyor ve ikisi de acı çekmeye başlıyor. Türk dizilerindeki zengin kız fakir oğlan teması hakim.

Ben filmdeki en önemli unsurlardan birinin filmin arka planındaki müziklerin olduğunu düşünürüm. Bu filmde beni etkileyebilecek bir müziğe de rastlamadım desem doğru olur herhalde.  Görsel olarak fena değildi yemyeşil bir ortamla karşılaşıyorsunuz film boyunca.

Filmi izlediyseniz eğer sizin etkilendiğiniz kısımlar neler olduğunu yorum kısımında belirtebilirsiniz.

 

LİZBON’A GECE TRENİ

Herkese merhaba. Bu benim blogumda yazacağım ilk yazım olacak. Hem yeni bir bloga başlıyor olmanın acemiliği ile hem de bunun iyi bir yazı olması dileği ile yazıma başlıyorum.

Bu kitabı geçen sene okumuştum ama hâlâ dün gibi aklımda okuduklarım. Hayatımda beni etkileyen kitapların en başında yer alıyor kendisi.

lizbon

İsviçreli yazar Pascal Mercier’in kaleminden 2004 yılında yayınlandı. Kitap bir lise öğretmeni olan Gregorius’un yalnız hayatını anlatmaya başlıyor önce. Tekdüze hayatına hiçbir anlam aramayan evi ile okul arasında gidip gelen bu adam, yağmurlu bir günde kırmızı montlu bir kadın ve okuduğu bir kitap sayesinde hayatında hiç hayal edemeyeceği değişikliklere şahit olacaktır. Sözlerin Kuyumcusu  adlı bu kitabın yazarı Amadeu de Prado  dur. Bu kitabın onu Lisbon’a davet ediyormuşçasına içinde bir tren bileti ve melankolik bir adamın hayat hikayesini barındırması Gregorious’u tekdüze hayatının çıkış kapısını oluşturur. Gregorius hiç düşünmeden bu trene atlar ve Lisbon şehrine gider çünkü kitabı okudukça daha önce anlamlandıramadığı hayatının bir amacı olduğuna inanır. Kitapta Prado’nun hayatının anlamını ararken yazdığı betimlemelerin usta bir dille anlatımını, bu anlamda kendini sürekli sorgulamasını görüyoruz. Kimsenin onu anlamaya çalışmadığını ve sürekli bundan yakınırcasına aldığı notlar kitapta italik olarak karşınıza çıkıyor.  Lisbon a gece treni, Portekiz tarihi ve o zamanlarda yaşanan olaylardan da bahsetmiş, bunu Prado’nun hayatına kurgulamıştır. Her şeyi bırakıp kaçma ihtiyacınız varsa, melankoliyi seviyorsanız bunu bir de Prado nun yorumlarından okuyun derim ben. Yaz kitabı değildir kesinlikle. Kışın yanında bir fincan kahveyle iyi gider. Ben kitabı okurken Gregorius un yaşadıklarından çok Prado’nun kitabının alıntılandığı italik kısımları daha bir seviyordum çünkü onun felsefi kişiliği, tarihle, yaşadığı melankolik duygularla ilgili görüşleri meraka sürükleyen bir hava katmış. Kitabın filmi de çekildi ancak aynı duyguyu alamadım. Bazı yerler atlanmış filmde.

Klasik müzik dinlenerek okunması da ayrı bir keyif veriyor bu arada. Kitabı okuduktan sonra keşke Lisbon’a gitsem diyorsunuz.

Kitaptan alıntıladığım birkaç cümle:

  • Bir insanın artık kendi olmadığından yakınanlar çoğu kez başkalarıdır. Belki de aslında şöyle demek gerekirdi: Artık olmasını arzuladığımız gibi değil o.
  • Hayal kırıklığının kötü olduğu söylenir. Düşüncesizce varılmış bir önyargı. Hayal kırıklığı yoluyla değilse hangi yolla keşfedebiliriz neler beklemiş, neler ummuş olduğumuzu ? Bu keşifte değilse nerede yatar insanın kendini tanıması ? Hayal kırıklığı olmasa insan kendisi hakkında aydınlığa kavuşur mu ? Kim olduğunu gerçekten öğrenmek isteyen biri, hayal kırıklıklarını durup dinlenmeden, tutkuyla biriktirmelidir ve hayal kırıklığını doğuran deneyimleri biriktirmek bir hastalık gibi olmalıdır, hayatının herşeyini belirleyen hastalığı. Çünkü öyle olursa hayal kırıklığının yakıcı, zararlı bir zehir olmadığı, bizi oluşturan gerçek çizgiler konusunda gözlerimizi açan serin, yatıştırıcı bir merhem olduğu apaçık görülebilir.